Cehenneme Övgü ve The Good Place Üzerine Bir Düşünce Denemesi (Spoiler)
- Berkay Kelem
- 23 Şub
- 5 dakikada okunur
İnsanlık tarihinin en büyük vaatlerinden biri: Cennet. Sonsuz mutluluk, acısız bir yaşam, bitmeyen keyif… Peki, ya tam tersi olursa? Ya cennet dediğimiz yer aslında sıkıcı, ruhsuz ve düşünmeye bile gerek olmayan bir monotonluk havuzuysa? Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü kitabı tam olarak bu soruyu soruyor. Aynı sorunun, yıllar sonra popüler bir Amerikan dizisi olan The Good Place’de de işlendiğini fark etmek ise bizim için tam anlamıyla "Aha!" anıydı.
Hadi gelin, cenneti sorgulayan bu iki eseri, olabildiğince az spoiler ile masaya yatıralım.
Cennet Sandığımız Kadar Cennet mi?
Cehenneme Övgü, felsefi sorgulamalarla dolu, günlük hayatın içindeki totaliter eğilimleri ifşa eden bir kitap. Ancak bizi en çok etkileyen bölümlerinden biri, cennetin aslında tahmin ettiğimiz kadar harika olmayabileceği fikriydi. Vassaf’a göre, cennette istediğimiz her şeye anında ulaşabilmek bizi özgürleştirmek yerine köleleştirir. Çünkü özgürlüğün temelinde arayış vardır. Bir şeyleri elde etmek için çabalarken mutluluk hissederiz. Ancak her şey elimizin altında olduğunda, zamanla her şey sıradanlaşır ve anlamsızlaşır.
Şimdi bu fikri, The Good Place dizisiyle birleştirelim. Dizi boyunca karakterler ahlak, etik ve iyi insan olma üzerine kafa yoruyorlar (evet, düşündüğünüzden daha felsefi bir komedi). Ancak işin en ilginç kısmı, sonlara doğru işlenen cennet kavramı. Baş kahramanlarımız, hayallerindeki yere ulaştıklarında, orada onları bekleyen bir sürprizle karşılaşıyorlar: Herkes sıkılmış. Neden mi? Çünkü artık hiçbir şeyin anlamı kalmamış. Düşünmeye, öğrenmeye, gelişmeye ihtiyaçları yok. Vassaf’ın dediği gibi, "mükemmellik durağandır, durağanlık ise sıkıcıdır."
Peki Ya Özgürlük?
Gündüz Vassaf, kitabında sadece cenneti değil, insanların kendi yarattığı cehennemleri de sorguluyor. Ona göre gerçek cehennem, baskıcı sistemler altında özgürlüklerimizin elimizden alınmasıdır. Burada bir paradoks ortaya çıkıyor: Eğer cennette her şeye sahipsek ama seçim hakkımız kalmadıysa, bu da bir tür totalitarizm değil mi?
The Good Place de benzer bir noktaya temas ediyor. Dizi boyunca "iyi insan" olmanın kurallarını öğreniyoruz ama iyi olmak için ne kadar özgürüz? Bizi iyi olmaya iten şey ceza korkusu mu, yoksa gerçekten içimizden gelen bir istek mi? İşin ilginci, cennet bile olsa insan doğası sürekli değişimi, mücadeleyi ve seçim yapmayı gerektiriyor.
Cennet Bizi Aptallaştırır mı?
Vassaf’ın kitabında ve dizide gördüğümüz bir diğer ilginç fikir de şu: Her şeyin fazlası insanı düşünmekten alıkoyar. Eğer istediğimiz her şeye anında ulaşabiliyorsak, beynimizi kullanmaya gerek kalmaz. The Good Place’in final bölümlerinde bunun çok somut bir şekilde işlendiğini görüyoruz. İnsanların yeni bir şey öğrenmeye ya da yaratmaya gerek duymadığı bir ortamda nasıl durağanlaştığını sorgulayabiliriz.
Totaliterlik Sadece Politik mi? Peki Ya Günlük Hayatta?
Cehenneme Övgü’nün en güçlü yanlarından biri, totaliterliği sadece devlet yönetimiyle sınırlamaması. Okullar, iş yerleri, hatta sosyal hayat bile totaliter olabilir. The Good Place dizisinde de insanların nasıl ‘iyi insan’ olmaya zorlandığı, ama bazen bunun yapay ve mekanik bir hale geldiği gösteriliyor. ‘’Gerçek iyilik zorunluluktan mı gelir, yoksa içsel bir seçim midir?’’ sorusunu biraz daha açabiliriz.
Cennet Bir Döngü mü? (Aynı Şeyleri Yaşamak Sonsuz Bir Cehenneme Dönüşebilir mi?)
Dizinin ilerleyen bölümlerinde cennet aslında zihinsel bir hapishane gibi sunuluyor. Her gün aynı şeyleri yaşamak, zamanla her şeyin değerini yitirmesi… Cehenneme Övgü’de de sonsuz tekrarın insanı nasıl mutsuz ettiğinden bahsediliyor. Burada Nietzsche’nin “Ebedi Dönüş” fikrine de ufak bir gönderme yapabiliriz. Eğer aynı hayatı sonsuza kadar yaşamak zorunda kalsaydık, bu gerçekten bir cennet mi olurdu?
Özgürlük Kendi Cehennemimizi Seçebilmektir
Vassaf’a göre gerçek özgürlük, bize sunulan seçenekler arasında değil, kendi seçeneklerimizi yaratabilmektir. The Good Place dizisi de bize şunu sorgulatıyor: Eğer seçimlerimiz önceden belirlenmişse, gerçekten özgür müyüz? Burada Jean-Paul Sartre’ın “Cehennem başkalarıdır” sözüne de referans verebiliriz. Çünkü hem kitapta hem dizide bizi gerçekten zorlayan şeyin dış dünyadan çok, kendi içimizdeki düşünceler olduğu gösteriliyor (bakınız The Good Place dizisinde Chidi karakteri).
Kendi Cennetini Yaratmak Mümkün mü?
Eğer hazır cennetler bizim için tatmin edici değilse, kendi cennetimizi nasıl yaratabiliriz? Burada Cehenneme Övgü’nün bireysel özgürlük üzerine söylediklerinden yola çıkarak, insanın kendi hayatını nasıl daha anlamlı hale getirebileceği üzerine bir bölüm ekleyebiliriz.
Her Şeyi Bilmek, Her Şeyi Anlamak Mıdır? (Janet Yapay Zekasının İnsan Olma Çıkmazı)
Janet, The Good Place evreninde evrendeki tüm bilgiyi içinde barındıran mükemmel bir yapay zeka. Ama iş insan olmak konusuna gelince, tamamen hazırlıksız! Bir düşünün, her şeyi bilmesine rağmen, basit bir insan problemiyle karşılaştığında çaresiz kalabiliyor.
Bu durum aslında şu soruyu ortaya çıkarıyor: Bilgi ile deneyim aynı şey mi? Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü kitabında da, modern insanın bilgiyi tüketme hızının arttığı ancak anlamlandırma becerisinin azaldığı eleştirisi var. Günümüzde de her an her şeye ulaşabiliyoruz ama gerçekten düşünüyor muyuz? Metafor olarak: Janet, “Google’dan her şeyi öğrenip yine de hayatta ne yapacağını bilemeyen” insanı temsil ediyor olabilir mi? Bilginin fazlalığı, bazen anlama kapasitemizi aşırı yükleyip bizi daha da çaresiz hale getiriyor mu? Buradan yola çıkarak, insan olmanın sadece bilgi sahibi olmak değil, aynı zamanda anlam yaratmak ve deneyimlemek olduğunu vurgulayabiliriz. Tıpkı Vassaf’ın dediği gibi, gerçek özgürlük, her şeyi bilmek değil; sorgulayabilmek, deneyimleyebilmek ve hata yapabilmekten geçer.
Şeytan da Değişebilir mi? (Michael ve İnsan Olma Serüveni)
Michael, The Good Place’in en ilginç karakterlerinden biri. Başlangıçta şeytanların en havalısı, kötülüğe adanmış, insanlara yaratıcı işkenceler yapmaktan büyük keyif alan bir varlık. Ama hikâye ilerledikçe, içindeki şeytanın yerini insani duygular, dostluk gibi şeyler almaya başlıyor.
Michael’ın en büyük çıkmazlarından biri şu: Eğer kötülük için yaratıldıysam ama artık iyilik yapıyorsam, ben kimim? Dizinin başlarında kendisini büyük bir oyun kurucu olarak görüyor. Ama planları bozuldukça, sistemin içinde sıkıştığını fark ediyor.
Bu noktada, Cehenneme Övgü’deki kimlik kavramına dair eleştirileri hatırlayalım. Eğer doğduğumuz andan itibaren bize kim olduğumuz söyleniyorsa, gerçekten özgür müyüz? Michael da benzer bir çıkmazda: O, kendi kimliğini mi yaratıyor, yoksa sistem mi onu şekillendiriyor?
Kötülük Zorunlu mu, Seçim mi?
Başlangıçta Michael kötülük yapmayı seçmek zorunda değil. Ama sonra fark ediyor ki, belirlenmiş roller aslında saçma. İnsanlar kötülük yapınca cehenneme gidiyor, ama iyiliğin de belli kurallar çerçevesinde kabul edilmesi gerekiyor.
Burada Vassaf’ın kitapta bahsettiği şu fikri düşünebiliriz: “İyilik ve kötülük sistemleri aslında birer kontrol mekanizmasıdır.” Yani, Michael bir noktada iyilik yapmanın aslında daha özgür bir seçim olduğunu fark ediyor ve bu yüzden “şeytanlık” rolünden çıkmaya başlıyor.
Tüm kariyerini insanları cezalandırmak üzerine kurmuş, ama artık bu sistemin saçmalığını fark etmiş. Bu noktada, Michael “Ben hayatımı boşa mı harcadım?” diye düşünmeye başlıyor.
Bunu gerçek hayata bağlarsak: Hepimiz bir noktada bize öğretilen şeyleri sorgulamaya başlıyoruz. Belki de toplumun koyduğu kuralların aslında anlamı olmadığını, sistemin kusurlu çalıştığını ve iyiliğin bile mekanik bir hale geldiğini fark ediyoruz. Michael’ın yaşadığı “Bu iş böyle gitmez” aydınlanması, aslında insanlaşma sürecinin de bir parçası.
İnsanlaşma Süreci: Bir Şeytan Ne Zaman İnsan Olur?
Michael başlangıçta insanları anlamıyor, onları mantıksız, duygusal ve saçma bulan bir varlık. Ama zamanla anlıyor ki, tam da bu özellikleri sayesinde insanlar bu kadar ilginç. İyiliği bir kural olarak değil, bir seçim olarak yapmaları, Michael’ı en çok etkileyen şeylerden biri.
Burada Cehenneme Övgü ile bir paralellik kurabiliriz: Gerçek özgürlük, önceden belirlenmiş kurallar çerçevesinde yaşamak değil, kendimizi ve seçimlerimizi sorgulamakla başlıyor. Michael da bunu keşfettikçe, şeytan kimliğinden uzaklaşıyor.
Şeytanın Bile Umudu Var!
Değişebiliriz, dönüşebiliriz, bazen en beklenmedik anlarda insanlaşabiliriz. Bu yüzden, eğer bir gün "Ben kimim? Ne yapıyorum?" diye düşünüyorsan, belki de Michael gibi kendi cennetini ve cehennemini sorguluyorsundur. Ve bu, kötü bir şey değil. Belki de gerçekten insan olmanın ilk adımıdır.
Sonuç: O Zaman Cehennemi mi Seçelim?
Şimdi sormamız gereken en büyük soru: Eğer cennet sıkıcı ve özgürlüğümüzü kısıtlayan bir yer haline gelecekse, cehennem daha iyi bir seçenek olabilir mi?
Tabii ki, hepimiz alevler içinde yanmayı tercih edecek değiliz. Ama belki de Cehenneme Övgü’nün ve The Good Place’in bize anlatmak istediği şey şu: Asıl mesele, cennet ya da cehennem değil; asıl mesele, yaşadığımız yerde anlam, özgürlük ve düşünme hakkımızın olup olmadığı.
Eğer her şeyin elimizin altında olduğu bir dünyada yaşasaydık, hiçbir şeyin tadı olmazdı. O yüzden bazen biraz mücadele, belirsizlik ve çaba bizim için daha iyidir. Çünkü işin sonunda, anlamı olan şeyler bizi gerçekten yaşadığımızı hissettiren şeylerdir.
Ne dersiniz, belki de bazen küçük bir cehennem, sıkıcı bir cennetten daha iyi olabilir mi?
Ayşegül...
Berkay...
ความคิดเห็น